Altı Şubat ve bir yıl geçti.
Bazılarımız acılarının tazelendiğini düşünerek konuşmayı yanlış bulsa da hepimizin yaşadığı ve bildiği hafızalarımızda asla silinmeyecek bir gerçekten nasıl kaçabiliriz. Anlatmakta kelimelerin cümleye dönüşmekte zorlandığı bir geceyi tam bir yıl önce yaşadık.
Belki de karanlığın ve gürültünün içinde açtığımız gözlerimizde korku ve endişe hiç olmadığı kadar irileşmişti. O bir dakikadan fazla süren zaman diliminde kimimizde korku sadece bir rüya gibi iken kimimizde bu korku Rabbe yalvaran çığlığa dönüşeli bir yıl oldu.
Apar topar aşağıya kaçmayı kalan aklımızla düşünebilmek bile bir mucizeydi ya da zayıflığımıza acıyan tanrının bir lütfu olarak insanlığa verilen bir refleksi kaçmak.
Ara ara kar ve yağmur birbirine yarışırcasına yağıyordu. Soğuk hava dışarı çıkanları başka bir esaretin içerisine alırken enkaz altındaki çığlıkların da celladı olmuştu. İşte doğanın karşısında insanlığın ürettiği her şeyin çöktüğü bir sabaha uyanalı tam bir yıl oldu.
Sabahın ilk saatlerinde hastane koridorlarında tanıdık bir yüz ararken binlerce yaralının arasında ruh halimi hatırlıyorum. Başka bir yarında yaşayacağımız bir gerçeği bilmek ile onunla yüzleşmek belki duygularımı biraz dışa vuruşunu engellemişti. Yardım çığlıkları arasında bu kadar sakin olabilmemin nedenlerinden belki de biri buydu ya da çaresizliğin yarattığı o kocaman çukur.
Bu cehennemin gerçekliği morga indiğim de bütün çıplaklığıyla ortadaydı ve o an anladım ki bir kıyamete uyanmıştık.
Kara haber o beton yığınlarının arasından o kadar hızlı çıktı ki. Kaybettiklerimizin haberleri o gece inen yağmur taneleri gibi acımasız ve soğuk düştü kalplerimize. Bazılarına inanmak zor, çok ağır geldi ürkmüş bedenlerimize. Aramaktan korktuk yakınlarımızı ve arkadaşlarımızı. Zaten çakma 5G teknoloji iletişim hatlarımız ise çalışmayarak işimizi kolaylaştırıyordu. Erteleyebildiğimiz kadar erteledik aramayı.
Birbirimize nasıl olduğumuzu sorduk -birinci derecede yoksa; herkeste vardır diye gerisini sormaya gerek duyamadık. Önce WhatsApp durumlarına baktık. Depremden sonra güncel bir şey varsa kocaman bir oh çektik.
Neden haklı çıktım ki.
Benim de büromun olduğu binanın yıkıldığını bana öğleye doğru ulaşabilen abimden aldım. Onun hayatta olduğunun sevinci ile büroma ve o binanın altında kalan komşularıma o anda üzülemediğimi hatırlıyorum. Büromun yıkıldığını depremden sonraki birkaç dakika içinde anlamıştım. Bu büyük sarsıntı karşısında dayanamayacağını biliyordum.
O bina bir rant ürünü yeni yapılan binalardan değildi. Gerçekleri bilmesine rağmen gözlerini kapatan, görmezden gelen siyasetin tam da karşısında sadece adının var olduğu kentsel dönüşümden nasiplenememiş olan bir binaydı. Şehrin ortasındaki yıllara diz çökmüş ve kimi yaşayanların çaresizlik ile terk edemediği ya da deprem gerçeğinden çok uzak akıllıların yaşadığı beş katlı eski bir apartmandı. Uyanık bir menfaatçinin kuyuya attığı taşı milyonlarca akıllının da peşinde koştuğu rant kavgasın da umursanmayan binalardan birisi de işte buydu.
İşte gençliğimiz hatırları ile her köşesi başka bir anılarımıza şahitlik eden o sokaklar, o caddeler; Birkaç neslin yaşanmışlığı ile iş olduğu, ekmek kazandığı, otobüs dolmuş beklediği, alışveriş yaptığı, sevgilileri ile buluştuğu, çocuklarıyla gezdiği, o sokaklar ve o caddeler.
Bir gecede kayboldu.
Kimisinin eski, kimisinin yeni işyeri ya da ilk ofisi ya da yılların ekmek teknesi, kimisinde bir ömür tüketilen ve yaşlanılan o binalar
Bir gecede kayboldu!
Şimdi ise doğanın ilk haline çevirdiği o tarlalarda hatıralarımızın ve canlarımızın tozları yine aynı mevsimin poyrazında savruluyor.
Ben demiştim
Ben demiştim demek çok hoşuma gitmese de, ben gerçekten demiştim ve yazmıştım. Geleceğini altı aydır altımızdaki toprağı sallayarak bize gösteriyordu. Bazılarımız enerjisi attı avuntusu yaptı.
Deprem gerçeğini aldırmayan siyaset ile toplumdu aslında bu felaketin sorumlusu. Sadece siyasete bağlamak eksik kalacaktır. Çünkü verilen imar rantlarından bir çoğumuz gayet memnunduk.
Kazançları arttıkça binaların katını da artıran bir müteahhit çetesi şehri esir almış, oylarımızla iktidara gelen belediye cenahı ise bu zenginlik çukuruna kocaman bir musluk açmıştı. O kocaman hortumları doymayan din istismarcısı yandaşlarının ağızlarına tıkasıya dayadılar.
Ama doyamadılar.
On altı, on sekiz kaç çılgınlığına dönüşmüştü bu arsızlık.
Kalite azaldıkça- kazanç artan bir yapı anlayışına sorumlular hiçbir çözüm bulmadılar bulmakta istemediler. Depremden önce sadece çirkin görünüyor diyerek yıktıkları özel idare iş merkezi (ben sarı civciv diyorum) için yıllar önce niye yıkıyorsunuz diyerek yazdığım yazı hala arşivlerde. Sarı civciv yıkılmayacaktı ve birçok kurumu içerisinde barındırabilirdi.
Çevresindeki çürük binaları yıkmak yerine en sağlam binayı yıkanların vicdanlarına seslenmek istemiyorum.
Ben haklı çıktım demek istemiyorum.
Çünkü altı şubatta gerçekten öldük.
Umutsuzum ama hayal kuruyorum.
Bir hayal kuruyorum gelecek nesiller için. Lupelius felsefesine göre ‘’ Düşünce yaratıcıdır. Düşünce yaratır. ‘’ benim yorumum ile düşlersen varsın ve bugünün düşü belki yarının gerçeği olacaktır. Elimizde sağlam ve güvenlikli binalar yapmak için bütün imkanlar ‘’ para, emek, toprak, teknoloji’’ var iken gelecek nesillere nasıl binalar bırakacağız.
Ben umutsuzum. Birkaç yıl içinde unutulacak ve eskiye döneceğimize hiç şüphem yok.
Ama bir şey yapmak adına eski siyaseti de mezara gömmek için hayal kuruyor ve düşlüyorum.
Facebook Yorum
Yorum Yazın